En son ne zaman bir arkadaşımla yürekten bir paylaşımım oldu
hatırlamıyorum. Derdimi anlatacağım, içimden geçeni paylaşacağım, derdini
dinleyeceğim fikirlerimizi tartışacağımız arkadaşlarım çok uzaktalar şimdi.
Fiziki bir uzaklık bu bahsettiğim. Yoksa elimizde yirmi
birinci yüzyılın son teknoloji iletişim imkanları, sosyal medyalar vesaire ama
şöyle oturup karşılıklı konuşabilmenin, içini dökmenin verdiği huzur hiçbirinde
yok. Kalabalıklar içinde yalnız hissetmek böyle bir şey olsa gerek.
Tam da özlediğim şeylerden dem vurduğum bir önceki bölümü
yayınladıktan hemen sonra en eski arkadaşlarımdan biriyle yazıştım whatsapp’ta.
Ama o bölüm biraz İstanbul’dan şikayet etmek üzerineydi, bu defa biraz özlemek
üzerine söz söyleyeceğim.
Bahsettiğim arkadaşım da aynı şeylerden şikayetçi. “Şimdi
hadi gel bir kahve içelim diyecek olsam 150 kişiyi arar buluşurum” diyor, “ama hiçbiriyle
dertleşemem kimseye içimi dökemem” Aynı şeyleri özlüyoruz ikimiz de. Üniversiteye
hazırlandığımız dönemlerde dersten çıkıp uzun yürüyüşler yaptığımız ve hayata
dair beklentilerimizi, topluma dair fikirlerimizi konuştuğumuz zamanları
özlüyoruz. Ya da boş muhabbet yaptığımız, geyik yaptığımız zamanları.
İkimizde de şimdi eski üretkenliğimizi kaybetmenin hüznü
var. Ama acı gerçeklerin de farkındayız; eskiden ailemizin himayesi
altındaydık, tabiri caizse ekmek elden su göldendi. Şimdi durum farklı hayat
hepimizi farklı yerlere sürükledi ve eğer evine ekmek götürmek istiyorsan
çalışmak zorundasın. Bu zorunluluk da zamanının çoğunu alıyor zaten. Sanırım
bizi üzen şeylerden biri de bu zaman meselesi. Kendimize ayıracak zamanımız yok
çoğunlukla.
Neyse özlemekten bahsedeceğim demiştim konuyu dağıtmayayım. Öyle “hey gidi günler” ya da “nerde o eski ramazanlar” nostaljisi yapacak biri değilimdir genelde, ama programın adını çelişkili ifadeler koydum ve ilk bölümde de dediğim gibi kendimle çelişmem de gayet mümkün. Bu yüzden deli gibi özlediğim şeyleri paylaşmak istedim biraz. Artık hiç eskisi gibi olmayacağını bildiğim ve bunu bilmenin beni hüzünlendirdiği şeyler için bir liste yaptım kendime.
Annem ve babam. Tartışmasız listenin en başındalar. Onlara
sarıldığım en son günün üzerinden aylar geçti. Aslında yıllardır onlardan uzak
yaşıyorum, ama bu duruma sadece alışıyor insan, yaşadığın özlem her gün daha da
artıyor. Onlar senden uzakta yaşlanırken sen onlardan uzakta büyüyorsun. Onları
özlemenin bir tarifi yok.
Listede ikinci sırayı lise yıllarım alıyor. Geleceğe dair
umutlarımı halen kaybetmediğim hayata safça bir açıdan baktığım yıllar. Az önce
de bahsettiğim samimi bir arkadaşımla oturup yürekten sohbet edebildiğimiz
günler. Okulda bir panoya dört arkadaş bir araya gelip karikatürler çizdiğimiz,
yaratıcılığımızın, üretkenliğimizin zirvesinde olduğumuz yıllar.
Pek tabii lise yıllarımı üniversite yıllarım takip ediyor.
Ailemden ilk uzaklaşmalarım. Ama yine de ailemin desteğiyle kendi ayaklarımın
üzerinde durmayı öğrenmeye çalıştığım yıllar. Trenle İstanbul’a gelip gitmeler.
Eskişehir, doktorlar, adalar.
Özlediğim şeyler listesinin belki de dünya malı olarak
nitelendirilebilecek tek maddesi, birkaç ay önce satmak zorunda kaldığım
arabam. Hayatımda bana ait tek mülktü. Şimdi emniyet kemerini arkadan bağlayıp
içinde sigara içen pis bir adama ait.
Neyse, bu liste uzar gider. Özlenen kişiler, özlenen yerler,
özlenen yıllar, özlenen şeyler. Bunların bir sonu yok. Tüm bunlar sanki bana
elindekinin kıymetini bil diyor. Elindekinin kıymetini bil ve sıkı sıkı sarıl
ona. Geçmişe bir selam çak ve geleceğe bak. Güzel günler gelecektedir belki kim
bilir?