Gecenin sabaha kavuşan o en kör karanlığında, tam da dağ ile okyanusu birbirinden ayıran sınır çizgisi üzerinde kıvrılan bir otobanda, cama vuran yağmur damlalarının arasından yolumu bulmaya çalışırken yapabileceğim tek şey düşünmek. Zaten istesem de durduramayacağım düşüncelerim beni çoktan ele geçirdiler. İçinde bulunduğum an bedenimi ne kadar içine alsa da, ruhum şerit çizgilerinin kıvrımlarını takip eden gözlerimin de yardımıyla geçmişi kurcalamaktan ve geleceği düşünmekten kendini alamıyor.
Neredeyim, ne yapıyorum, neden yapıyorum gibi basit sorular, yerini giderek ağırlaşan varoluş sancılarına bırakıyor. Aslına bakarsan pek de direnmiyorum; zihnimin ruhumu ele geçirmesine müsaade ediyorum. Direnecek gücüm de yok zaten, başka pek çok şeye gücümün kalmadığı gibi.
Sonra yol okyanustan uzaklaşıp dağların arasına süzülürken birden yağmur yerini kara bırakıyor. Ben yolumda ilerlediğimi sanarken şeritler yavaş yavaş kaybolmaya başlıyor. Artık kendi yolumu değil, benden önce aynı yoldan geçenlerin karda açtığı izi takip etmek zorunda kalıyorum. O andan itibaren, yola aslında kendim çıkmadığımı, yolun beni içine çektiğini anlıyorum.
Zihnimdekilere dönelim. Birileri var aklımda; onlar sanki hep oradaydılar. Ben yola çıkarken kaybolmuşlar gibi hissediyorum. İnsan, diyorum, sevdiklerini ne zaman kaybeder? Onlar ölünce mi, yoksa onlara dokunamayacak kadar uzaklaşınca mı? Ama hâlâ zihnimdeyseler, nasıl kaybedebilirim ki onları?
Yoldayım. Gün ışığı, ilerlediğim vadiyi çevreleyen dağların tepesinde yavaş yavaş kendini göstermeye başlıyor. Kar beyazlığı, gün ışığının bu çabasını desteklediğinden artık daha iyi görüyorum. Ne ara bu kadar yağdı, nasıl her yer bembeyaz olmuş, anlamıyorum. Yola çıkarken böyle hayal etmemiştim diyorum kendi kendime; hiç değilse kar yağmaz, hava açık olur diye düşünmüştüm.
Zihnimdeyim. Hangisi daha iyi diye sorgularken buluyorum kendimi: Soğuk ve karlı bir kış gecesinin sabaha kavuştuğu alacakaranlıkta ilerlemek mi, yoksa uzun yaz günlerinde güneşin aydınlattığı sabahlarda yürümek mi?
Yine yoldayım. Karşı şeritten gelen bir arabanın farları gözümü alıyor. Karlı ve hatta zaman zaman buzlu yollarda ne kadar da rahat ilerliyor. Şoför kendinden emin. Son teknolojiyle donatılmış arabasına olan güveni, onu asla yarı yolda bırakmayacağına olan inancıyla basıyor gaza. Üstelik gördüğüm kadarıyla hiçbir yükü de yok. Ben ise zerre boşluk kalmayacak şekilde yüklediğim yükümü taşıyorum arkamda.
Zihnimdeyim yine. Şu diğer araba çok kurcaladı zihnimi. Aynı şartlarda değiliz, evet. Aynı yolda ilerlemiyoruz. Yine de sorgulamadan edemiyorum: Neden ben de öyle bir araba kullanamıyorum? Neden o daha güvenli ilerlerken ben Allah’a emanet gidiyorum? O sahip olduğu imkânlara nasıl ulaştı? İkimize de aynı imkânlar mı sunuldu? Öyleyse neden o daha avantajlı? O yüklerinden kurtulmuşken, ben neden en ağır yükleri taşıyorum arkamda? Sahi, ben neden bu kadar yük taşıyorum?
Hop! Yoldayım yine. Yetişmesi gereken bir yüküm olduğunu hatırlıyorum. Ben zihnimdeki sorularla uğraşırken gün iyice aydınlanmış. Etrafım bembeyaz olsa da, kar yüklü bulutların griliği var gökyüzünde. Oysa ben biraz olsun mavi bir gökyüzünü hak ettiğimi düşünüyorum. Korkuyorum. Sanki güneş hiç açmayacakmış, asla yaz gelmeyecekmiş gibi hissediyorum. Ne kadar yolum kaldığını anlamak için etrafıma bakıyorum. Her yer karla kaplı olduğundan mıdır, nedir, tanıdık hiçbir yer göremiyorum. O anda anlıyorum ki yolumu bulmaya çalışırken aslında kaybolmuşum.
Endişe, panik. Şimdi ne yapacağım? Geri mi dönsem diye şöyle bir arkama bakıyorum ama kar, geldiğim yolu çoktan kapatmış. Bembeyaz bir boşluk görüyorum ardımda. Mecburum devam etmeye. Zaten daha yükümü teslim etmem gerekiyor.
Neredeyim, ne yapıyorum, neden yapıyorum gibi basit sorular, yerini giderek ağırlaşan varoluş sancılarına bırakıyor. Aslına bakarsan pek de direnmiyorum; zihnimin ruhumu ele geçirmesine müsaade ediyorum. Direnecek gücüm de yok zaten, başka pek çok şeye gücümün kalmadığı gibi.
Sonra yol okyanustan uzaklaşıp dağların arasına süzülürken birden yağmur yerini kara bırakıyor. Ben yolumda ilerlediğimi sanarken şeritler yavaş yavaş kaybolmaya başlıyor. Artık kendi yolumu değil, benden önce aynı yoldan geçenlerin karda açtığı izi takip etmek zorunda kalıyorum. O andan itibaren, yola aslında kendim çıkmadığımı, yolun beni içine çektiğini anlıyorum.
Zihnimdekilere dönelim. Birileri var aklımda; onlar sanki hep oradaydılar. Ben yola çıkarken kaybolmuşlar gibi hissediyorum. İnsan, diyorum, sevdiklerini ne zaman kaybeder? Onlar ölünce mi, yoksa onlara dokunamayacak kadar uzaklaşınca mı? Ama hâlâ zihnimdeyseler, nasıl kaybedebilirim ki onları?
Yoldayım. Gün ışığı, ilerlediğim vadiyi çevreleyen dağların tepesinde yavaş yavaş kendini göstermeye başlıyor. Kar beyazlığı, gün ışığının bu çabasını desteklediğinden artık daha iyi görüyorum. Ne ara bu kadar yağdı, nasıl her yer bembeyaz olmuş, anlamıyorum. Yola çıkarken böyle hayal etmemiştim diyorum kendi kendime; hiç değilse kar yağmaz, hava açık olur diye düşünmüştüm.
Zihnimdeyim. Hangisi daha iyi diye sorgularken buluyorum kendimi: Soğuk ve karlı bir kış gecesinin sabaha kavuştuğu alacakaranlıkta ilerlemek mi, yoksa uzun yaz günlerinde güneşin aydınlattığı sabahlarda yürümek mi?
Yine yoldayım. Karşı şeritten gelen bir arabanın farları gözümü alıyor. Karlı ve hatta zaman zaman buzlu yollarda ne kadar da rahat ilerliyor. Şoför kendinden emin. Son teknolojiyle donatılmış arabasına olan güveni, onu asla yarı yolda bırakmayacağına olan inancıyla basıyor gaza. Üstelik gördüğüm kadarıyla hiçbir yükü de yok. Ben ise zerre boşluk kalmayacak şekilde yüklediğim yükümü taşıyorum arkamda.
Zihnimdeyim yine. Şu diğer araba çok kurcaladı zihnimi. Aynı şartlarda değiliz, evet. Aynı yolda ilerlemiyoruz. Yine de sorgulamadan edemiyorum: Neden ben de öyle bir araba kullanamıyorum? Neden o daha güvenli ilerlerken ben Allah’a emanet gidiyorum? O sahip olduğu imkânlara nasıl ulaştı? İkimize de aynı imkânlar mı sunuldu? Öyleyse neden o daha avantajlı? O yüklerinden kurtulmuşken, ben neden en ağır yükleri taşıyorum arkamda? Sahi, ben neden bu kadar yük taşıyorum?
Hop! Yoldayım yine. Yetişmesi gereken bir yüküm olduğunu hatırlıyorum. Ben zihnimdeki sorularla uğraşırken gün iyice aydınlanmış. Etrafım bembeyaz olsa da, kar yüklü bulutların griliği var gökyüzünde. Oysa ben biraz olsun mavi bir gökyüzünü hak ettiğimi düşünüyorum. Korkuyorum. Sanki güneş hiç açmayacakmış, asla yaz gelmeyecekmiş gibi hissediyorum. Ne kadar yolum kaldığını anlamak için etrafıma bakıyorum. Her yer karla kaplı olduğundan mıdır, nedir, tanıdık hiçbir yer göremiyorum. O anda anlıyorum ki yolumu bulmaya çalışırken aslında kaybolmuşum.
Endişe, panik. Şimdi ne yapacağım? Geri mi dönsem diye şöyle bir arkama bakıyorum ama kar, geldiğim yolu çoktan kapatmış. Bembeyaz bir boşluk görüyorum ardımda. Mecburum devam etmeye. Zaten daha yükümü teslim etmem gerekiyor.
Zihnimdeyim. Yola çıktığıma pişman mıyım diye soruyorum kendime. Neden bilmiyorum ama hiç pişman hissetmiyorum. Kim olsa pişman olur, perişan olur, diyorum. Belki biraz perişanım, evet, ama hayır, pişmanlık hissetmiyorum. Üstelik gizli bir zevk duyuyorum hâlimden; kendime bile itiraf edemediğim bir zevk.
Yoldayım. İyice sabah oldu artık. Yol beni bir dağ kasabasına getirmiş. Etrafım, gündelik telaşında işine gücüne koşuşturanlarla dolu. Kar-kış bu insanları gündelik hayattan koparmamış; hepsi hayatlarına devam ediyor. Az ileride bir kahveci görüyorum. Gidip bir kahve içmeye karar veriyorum. Sıcak kahvenin kokusuyla zihnim de kendine geliyor. Cevapsız sorular sormayı bırakıyorum artık. Gitmek istediğim yere nasıl gidebileceğimi soruyorum kahveciye. Bir şeyler anlatıyor. Söylediklerinden sadece kısa yolu kaçırdığımı, gitmek istediğim yere daha zor bir yoldan gitmek zorunda olduğumu anlıyorum. Aslına bakarsan pek de dinlemiyorum.
Yoldayım.